26 Eylül 2011 Pazartesi

TOD’S & ANNE HATHAWAY


Anne Hathaway’ın ilk kampanyası olan Tod’su nasıl oldu gözümden kaçırdım bilmiyorum ama kaçmış işte.

Kendisi ile yıllar önce cnbc-e ekranlarında yayınlanan, Clay karakterine âşık olan kızken tanışmıştım ve hayran olmuştum. Daha sonra bütün kızların hayalini süslediği ansızın prenses oluşunu gıpta ile izledim ama şeytanla işbirliği yaptığı Devil Wears Prada ile resmen düşmanlığımı ilan etmiş olmama rağmen Bride’s War’da tekrar barışarak, Love and the other drugs filmi ile sevdiğime karar verdim. Şimdi The Dark Knight Rises’ı heyecanla bekliyorum.



Mert Alaş ve Marcus Piggott’un fotoğrafladığı Tod’s kampanyasına çok yakışmış yine Anne… Rujunun, ojesinin ve altındaki arabanın kırmızısı müthiş.



Gwyneth Paltrow’a da yakışmıştı ama Anne’de kendini buldu Tod’s. En azından ben çok sevdim. Aradaki
farkı siz karşılaştırın.



Love,
Sinem
Resimler gossip center' dan alınmıştır.

VEEE BİLUN EVLENİYOR!




Dün gece Bilun'un evlenmesine 7 kala bekârlığa veda etmesini kutladık 45’likte. Mekân ufacık tefecik ama çalan müziklerle haddinden fazla eğleniyorsunuz. Hatta ben ilk defa gitmeme rağmen oynamaktan dekorla bile ilgilenemedim. Görüp görebileceğiniz tek dekor resmi budur benden.


İçeri girer girmez Bilun’un hediyeleriyle hemen şımardım tabii. Öyle güzel şeyler hazırlamış ki, sanırım hiçbirini kıyıp da kullanamayacağım. Papyonlu adamın arkasında elmalı topitop olmasına rağmen :)


Pembe süslü ojem ve ayna ayna söyle bana… sorusuna asla yanlış cevabı vermeyecek olan aynam :)


Gecenin anlam ve önemini taşıyan Bilun’un sürpriz kınası.


Veee bütün gece kafamdan çıkartmadığım duvağım. Bilun evleniyor biz havaya giriyoruz napalım :) Görgüsüzlük yapıp Billur’unkini de takmayı ihmal etmedim tabii.



Önce içkilerimizi aldık.


Sonra telefonlarımızı yarıştırdık. Cindrella kazandı ve biz buna şaşırmadık. :)


Az sonra dağıtacak olan bloggerların sakin son resmini de gururla sunar, geceye başalarım...


Duvaklarımız ve biz.


Muhteşem 3’lü Serapla Moda, Cindrella ve ben...


Gecenin kıkırdak kuşu Bilun tabiî ki :)


Çok eğlendik çok…




Meğer ne çok kurt biriktirmişim içimde, dökülüverdi hepsi birden. Eh, önümüzdeki vedalara bakacağız artık…

Love,
Sinem

22 Eylül 2011 Perşembe

İLKEM EVLENİYOR, NE GİYMELİYİM?

Sevgili kuzen İlkem’in 15 Ekim’de düğünü var. Kendisi benim biricik kuzenlerimden biri olur. 2011 Ekim’inde Fulda’da (Almanya) çok kıymetli sevgilisi Klaus’una kavuşacak. Eh, kambersiz düğün olmaz dedikleri için, günlerdir Alman Konsolosluğu’na evrak topladım, toplayacağım derken görüşmeye gittik vize bekliyoruz ailecek. Ama ben her zamanki gibi dereyi görmeden paçaları sıvamam gerektiğini düşündüm. Tamam, şaka. Tanıyanlar bilir, yumurta zile basmadan pek harekete geçmem. Fakat iş anneme elbise diktirme fırsatını yakalamaya gelince, bütün sular duruyor bende akarken.

Genelde Grace Kelly ya da Jackie Kennedy modellerine bakıp, bunu istiyorum derdim. Bu sefer belden kabarık elbiselerden vazgeçtim. Kendimi birden 60’lı yıllardan günümüzde buldum. Uzun model istiyorum, önü hafif kısa, arkası çok az uzun olmalı, kayık yaka, sırtı açık veee dantel olmalı dedim. Benim işim burada bitti, gerisi anneciğime kaldı. Eh fıstık gibi dikiyor ne yapayım.

Yıllar önce Oscar de la Renta’nın bu elbisesine âşık olmuştum. Neredeyse Elle dergisinde röportajı yayınlanan Jennifer Lopez ile aynı anda giydik. Tek bir farkla o Oscar, benim ki Ayla :)



Kumaş teyzemden, dikiş annemden, giymesi benden, düğün Seda’dandı. Ne yazık ki bir daha giyemedim canım elbisemi. Daha ne elbiselerim var ama onları başka postlara saklayacağım. Beklemede kalın.



Konumuza dönmek gerekirse, yavruağzı bir renk istedim. Çok şanslı olduğum yine ortaya çıktı ve önce o rengin dantelini buldu teyzem ve annem kendilerine kumaş bakarken. Ve ardından astar olarak kullanılacak kumaşını.



Kumaşlar bulunduktan sonra derhal model arayışına girdim. Sırtı müthiş açık olsun (yuvarlak) istedim ama dikişten anlamayanın çenesi bol olur misali; olmaz bu kumaştan, sarkar tutmaz diyerek yapıştırdı annem lafı. Artık canımı yapmak istemedi bilmiyorum ama ne yapayım büktüm boynumu, elim mahkûm yoksa dikmeyecek, zaten git al uğraştırma beni diyor arada bir. Benim istediğim kadar olmasa bile anneciğim oluru kadar açıyor sırtımı, V şeklinde.

Kayık yaka olmasına karar vermiştik ki, bir de ne görelim Emmy Töreni’nde Evan Rachel Wood’un giydiği Elie Saab modeli cuk oturdu kafamdaki modele. Gerçi hiç sevememe rağmen sanırım vatkada eklenecek modelime.



Benim ki payet yerine dantel ve kuyruksuz olacak ama. Artık önümüzdeki günlerde adım adım gösteririm size elbisemi. Şimdilik ön gösterimi ile yetinin kızlar.

Önce astarı,


ve dantel eklenmiş hali,                                                                                                                  


Love,
Sinem

21 Eylül 2011 Çarşamba

BENİM İÇİN FASHION WEEK

Yine yoğun bir dönemime geldi fashion week. Geçen yıl iş vardı bu yıl canım kuzenimin düğününe gidebilmek için konsolosluğa harıl harıl evrak toplamakla meşguldüm 2 haftadır, ondandır yine geç yazılarım :)(bahanemde hazır) önümüzdeki postlarda anneciğimin dikeceği elbiseyi de göreceksiniz müjdeee. Neyse, konumuza dönelim.

Bu fashion week benim için kızlarla buluşma oldu, çok da güzel oldu. Ama bu sefer benim çektiğim tek bir kare yok. Kih kih… Kızlar sağolsun bol bol çektiler.

Bu hepimizin kavuşması Cindrella’dan arak. Serap hariç etek kardeşliğimiz vardı o gün.


Bunlar Zet’in çektikleri, detay fotoğrafları da çekti, pek mesudum.


Sevgilimden gizlice yürüttüğüm kol düğmesi


ve pek sevdiğim yüzüğüm...

Bu resmimizi çok sevdim :)


Fashion week ikinci gündendi, üstteki resimler.

Bunlar ise 3. gün anıları. İlk resim Alışveriş Cini’nden yani benim cincomdan. Suratımdaki ifade artık o eteğe sığamıyor oluşumdan yoksa çok eğlendim o gün.


Ve cicilerimiz, zarif duruş sergileyen tabiî ki Zet Fashion :)


Çok güzel bir gündü benim için. Harika fikirler aldım Zet’ten henüz hayata geçiremesem bile… Önümüzdeki günlerde göreceksiniz.


Şimdilik bu kadar… Fashion Week ile ilgili yazı bekleyenler, kim demişti ki size bunu öyle bir yazı olacağını :)

Love,
Sinem

8 Eylül 2011 Perşembe

BİR ZAMANLAR BOZCAADA’DA.

Sonunda... Gittim, gördüm, sevdim ve mecburen döndüm :(

Arkadaşlarımla gittiğim kısacık bir 8 gün geçirdim, güzel anılar bıraktım seneye kadar. Bence huzurun tanımının yapılabileceği yegâne yer. Artistlik taslamayacağım, zira Bozcaada’ya bu yıla kadar tek gitmeyen benim diye düşünüyorum.

Hemen başlayalım; ada yolculuğumuz yıllardır gidenlerin çokbilmişliği yüzünden aksilikle başladı. -ooo vapurun kalmasına daha çok var. dediklerinden 9’da geçecekken 11 vapuru ile geçmemiz şahaneydi (vapur 9.00’da kalkacakken 8.25’de kalktı ama yine de ben vızıldadım)

Adanın en çok kapılarını sevdim rengârenk kapılar ruhumu aydınlatmaya yetti. Bununla ilgili olarak gecikmiş postlarımın bin bilmen kaçıncısı olarak önümüzdeki gülerde görebilirsiniz. Ama bu ön gösterimi olsun…



Karşıya geçer geçmez kahvaltı yaptık sonra birazcık gezindim. İlk olarak Salhane’ye gittim. Eskiden burası çok güzel bir barmış ama artık sadece çok güzel manzarası olan bir yer.  Hala buradan denize nasıl girmediğime şaşarım. Yol mamurluğu olsa gerek.


Ve hayallere daldığım nokta umarım dileğim gerçek olur…



Sonra hemen Ayazmaya tepeden bir bakış attım ve hala bakarak zaman kaybettiğimi anlayarak aşağıya indim.



Biz Ağustos ortası gittik, normalde o aralar dolu olmasına rağmen (söyleyenlerin yalancısıyım) neredeyse bomboş denecek kadar boştu. Öyle ki her gittiğimizde hep oturmak istediğimiz yerde yer bulduk. Çok şanslı olduğumu söylemiş miydim bilmem ama öyleyim duyurulur.



Evet, su denildiği kadar soğuktu ve yeterince söylenmediği kadar harika. Şu an yazlıktayım ama o harika denizden sonra da Marmara ürik asit gibi geliyor üzgünüm.



Ayazmadan sonra kısacık bir ada turu yaptık. Göremediğim kilise içime dert oldu. Ama önünde poz verdim tabii. (ben döndükten sonra açılması da ayrı bir konu zaten)


Kendimi ipe asarak bir ilki de gerçekleştirmiş oldum :)



Ada turuda yaptık, çok kısa ve ne olduğunu anlamadan bitti. İlk durak herkesin tavsiye ettiği gün batımıydı.



Sevdim, hayallere daldım, battı ve dünyaya döndüm.



Ama en çok sevdiğim rüzgârgülleri oldu. Zaten oldum olası sevmişimdir rüzgârgüllerini, ama hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Sesleri ve devasa boyutları ürkütmedi de değil. Unutmadan sadece 17 tane var ama adanın bütün elektriğini sağlıyor ve yetmezmiş gibi bir de Çanakkale’ye gönderiyorlar. Müthiş…


Turda Gülerada şaraplarını, üzümlerini ve reçellerini tattık. “Domatesten reçel mi olurmuş saçmalamayın” zırvalarıma tadıyla tokatladı beni domates reçeli. Şarapları da güzeldi.





Yolda kekik bile topladım. Kokusu hala burnumda mis mis…


Bunlarda turun diğer hatırlamadığım güzellikleri.




Adada en çok zorladığım şey kediler oldu, hiç rahat vermiyor yemek yerken. Ben korkumdan onlarla poz veremedim ama sahtesiyle verdim.



Kumlara aşkımı da yazmasam olmazdı zaten. Biraz fazla klişeyim bu günlerde.



Çok güzel günler geçirdim. Ah, bir de kâğıt oynamaktan vazgeçip daha çok gezseymişim keşke…
Korkuluklara bayılırım ama çiçek pastanesinin her ürününe daha çok bayıldım.



Kalenin önündeki cafeler gece çok güzel ve enteresan bir şekilde sakindiler. Ne yazık ki gittiğimiz zaman makinemi unuttuğum ve dönüp almaya üşendiğimden gece resmi yok idare edin. Aynı şey akvaryum içinde geçerli sorry.




Ve süsler, çiçekler, harika cafeler, satılmayan sandalye ve daha bir sürü Bozcaada…











Bu kapı süsü olan maskeye bayıldım. Bence harika bir dövme olur bundan.



Ayazma ve akvaryum dışındaki koylar ve kale sizinle seneye hesaplaşacağız.



Ama bitti döndüm. Dönüş pek bir hüzünlüydü :(




Yaşasın Lozan Antlaşması…

Love,
Sinem
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...